7 Mayıs 2010
“Çık dışarı!
Sana dışarı çık dedim!”
“Pek iyi hocam.”
diyebilmişti sadece. Bunlar sadece sesli olarak
söyleyebilecekleriydi. Sessizce söylediklerini ancak kendisi
bilebilirdi. Yüzünde, klasik bir öğrenci öfkesi vardı. Bu
okulda hemen hemen her gün yaşanan “klasik” olaylardandı.
Belki, öğrencisini sınıftan çıkaran Özkan Hoca olmazdı -ki bu
çok nadir yaşanırdı- ama her ders en az bir öğrencinin sınıftan
atıldığı için bahçede gezdiği görülürdü.
...
Özkan Hoca, yüzündeki
sinirli ifadeyi; gözlerini kısması, alnının kırışması ve
dudaklarını yemeye başlamasıyla belirtti. Bir şekilde derse
devam etmesi lazımdı. Bir an ağzını açacak oldu. “Devam...”
diyebildi ama bunu belki de Gizem'den başkası duymadı. Yeni fark
etmişti; her ders en önde oturan Gizem'in de kitabı yoktu.
Ayaklarını sabit tutup beliyle öne doğru eğildi ve fısıldayarak:
“Kitabın nerede?”
diye sordu.
Gizem telaşlandı.
Onun sonu da Yiğit gibi olabilirdi. Eğer atılırsa, nefret ettiği
kişiyle müdür yardımcısı Behçet Hoca'nın odasında, yirmi
dakika boyunca ayakta beklemek zorunda kalırdı. Sıkıcı ve
yorucu... Sesinin en ince, tatlı ve çocuksu haliyle:
“Evde unutmuşum,
özür dilerim.” dedi. Özkan Taşkıner, ayrımcılık yapmazdı.
Otoriter adamdı. Eğer Yiğit'in yaptığının bir kısmını
yapsaydı, sadece izin almasaydı, onu da dışarı atardı. Alnını
tekrar gerginleştirdi. Şakakları yumuşadı:
“Bir daha olmasın.”
dedi hırıltılı sesiyle.
22 Nisan 2010
“ Yiğit ciddi mi ki
lan?”
“Yok be Onur. Adam
ergenliğin doruğunda. Ota boka isyan ediyor.”
“Tabii ki ya...
Kimsede yok öyle cesaret.”
“O değil de hangi
takımsın?”
“Liverpool. Torres
nerede, ben orada abi!”
“Ben de Chelsea
olayım o zaman, Lampard var sonuçta.”
“PS3 kafenin sahibi
alışmıştı Onur ve Fırat'a. Neredeyse her hafta, bu gün ve bu
saatte okuldan kaçar, oyun oynamaya gelirlerdi. Drama dersi onlara
işkence gibi gelirdi. Zaten özel okulda okuyan, zengin aile
çocuklarıydı bunlar. Güvenlikçinin de cebine para girerdi, tabii
ki kendisinin de. Aslında dolaylı yoldan, drama öğretmeni Nuriye
Hanım'ın da maaşını ödeyen de bu çocuklardı.
Yiğit son bir aydır
ortalarda yoktu. Ailesinin durumu, diğerlerine göre çok iyi
değildi ama sonuçta, o da özel okulda okuyordu. Ayrıca çok iyi
oyun oynardı. İki defa Battlefield turnuvası düzenlenmişti.
İkisini de Yiğit kazanmıştı. Turnuvadan kazandığı bedava
dakikalarını daha kullanmamıştı. Onur'un söylediklerine göre
artık Beste'yle çıkıyordu. “Klasik” bir lise aşkı işte...
“Abi n'oldu ilk yarı
2-0, ikinci yarı 4-0!”
“On iki kişiydin
sahada! Hakem de sendendi!” Ezberindeki sözleri tekrarladı.
Dışarıdan bakan birisi, kafasının Damla'da olduğunu anlardı.
Fırat'ın takıldığı bir kız yoktu ya onun kazanması normaldi..
Ama Onur, Damla'yı değil Yiğit'i düşünüyordu. Onunla bir sene
önce, okulda tanışmıştı. Çabuk ısınmışlar, tam anlamıyla
kanka olmuşlardı. Okulun en garip tipiydi. Neşeli olduğu nadirdi.
Resmen öfke doluydu.
“Beste, bu çocuğa
nasıl hayran kaldı, şaşıyorum doğrusu.” Fırat, kendisine
söylediğini zannetti:
“Efendim abi?”
“Sana demedim.”
...
Paralel Zaman
Bölgede site
yerleşimi hakimdi. Çevre düzenlemelerinde büyük emeğin olduğu
belliydi. Tek tük arabaların geçtiği sokakta; kısa boylu,
sarışın bir çocuk, elleri ceplerinde yürüyordu.
“Öğrenci zilinden
sonra sınıfa girdin, çık dışarı!”
“Oğlum bu ne?
Resmen çöp adam çizmişsin! Gizem'le aynı kefeye koymamı
beklemiyorsun herhalde!”
“Terbiyeni takın,
çocuğum yaşındasın!”
“Evde, ailenle de
böyle mi konuşursun sen?”
Bir an elini saçının
içine atarak kafasını kaşıdı. Uzun saçından dolayı da çok
azar işitmiş, okulun etrafında bolca koşmuştu. Uzun saçlılar,
okul etrafında koşar, ilk derse giremezdi. Neyse ki “yok”
yazılmazlardı. Bu durumu en çok suistimal eden ise yine Yiğit'ti.
Normalde okula erken gelir, kör nokta olan tuvalette saklanırdı.
Hocaları, onu “ishal” biliyordu. Saçını kestirip, rahatça
kontrolden geçtiği de olurdu. Ama ilk ders Özkan Hoca'nın ise
annesinin peruklarından birini taktığı da olurdu. Şu ana kadar
onların peruk olduğunu anlayan olmamıştı. -E annesi onlara, bir
kolu dolduracak kadar bileziğin parasını vermişti.- 15 dakika
koşmak, 20 dakika kadar da şınav çekmek; bazı zamanlarda 40
dakikalık bir dersten daha zevkli oluyordu ki kendisi zaten
profesyonel hentbol oyuncusuydu. Rutin egzersizlerinde vardı bu tip
hareketler.
O gün de peruk
takacaktı. Kırmızı bir saça ve bir palyaço gülüşüne sahip
olacaktı.
8 Mayıs 2010
Bekir Yarbay'ın izin
günü... Saat sabah 6... Evde herkesin uyuyor olması lazım. Handan
Hanım ve Bekir Bey yüzlerinde mutlu bir ifadeyle uyuyorlar.
Cumartesi günü uyku günüdür. 11'de uyanılır, 12'de kahvaltı
yapılır. Yiğit de bir haftayı yeni bitirmiş, uyuyor olmalı. Ama
hayır... Onur ve Fırat'a cep telefonundan mesaj atıyordu.
Yatağının yanındaki sandalyede spor kıyafetleri duruyor.
Sandalyenin altında, kırmızı saçaklı bir peruk, bir de maske...
Tek bir şey eksikti. Bunun farkına varınca kalktı Yiğit. Zaten
tüm gece uyumamış, egzersiz yapmıştı. Kası yeterli
olmayacaktı. Annesiyle babasının yatak odasına sessizce girmeyi
hedefledi. Parmak ucuna yükseldi. Yavaşça kapı koluna basınç
uyguladı. Sesi duymak için nefes almamak gerekirdi. Belki de 3
dakika boyunca sadece kapıyı açabildi. Zamanı boldu. Ses
çıkarmaması lazımdı. Yatağın, ayak ucunun ilerisindeki masa...
Handan Hanım'ın makyaj malzemeleri... Masanın sol kenarında,
yerde yeşil bir bez parçası... O bezin altında siyah bir çanta
olmalıydı. El çantası gibi, küçük... Bez parçasının iki
ucunu, başparmakları ve işaret parmaklarının arasına alarak
kaldırdı. Bir an hırıltılı bir ses yükseldi Bekir Bey'den,
Yiğit hızlıca vücudunu döndürdü, çanta arkasında durmalı,
ne yaptığını belli etmemeliydi. Babası sadece dönmeye
çalışmıştı. Korkusu geçen Yiğit siyah çantaya baktı tekrar.
Çantanın şifresi 1995'ti. Kendi doğum yılı... Çantanın ağır
kapağını kaldırınca; 9x19 mm kalibreli Glock-17'yi gördü.
Ekipmanlarını tamamlamıştı.
...
Yeni uyanmış
birisinin, bir sarhoş edasıyla yürüyüşünü taklit ederek
mutfağa yürümeye başladı Yiğit. Babası Bekir Bey, banyoda
tıraş oluyordu.
“'Klasik' memur
alışkanlığı değil mi baba?” dedi.
“Büyüyünce asker
olmayı düşünme oğlum!” diye esprili bir yanıt gecikmedi. Ufak
bir tebessüme sahip baba oğul, yüzlerini ıslattıktan sonra
mutfağa yürümeye başladılar.
“Oo baba oğul
iyisiniz yine, günaydın!”
“Günaydın anne...”
“Günaydın hanım!
Ne pişirdin bakalım?”
“Yumurta salatası
yaptım.” dedikten sonra masaya oturdu ve oğlunun morarmış göz
torbalarına dikkatlice baktı, Handan Hanım.
“İyi uyudun mu
oğlum?”
Yalan söylemekten
kaçınarak, yarım bir yalan söyledi:
“Gece geç yattım,
yetmedi bu kadar uyku.”
“E git yat oğlum.”
“Dedim ya anne! Halı
saha maçımız var bugün.”
1 Mayıs 2010
“Benimle birlikte
olanlar kimler?” diye sordu Yiğit.
Onur, Fırat, Beste,
Damla ve Emir; ilk defa görmüş ve anlamamış oldukları bir
konunun anlatımından sonra sorulan soruya bakar gibi
bakakalmışlardı. İlk olarak Onur'un konuşması gerekiyordu. G
Café'nin sol dip köşesindeki masada oturan herkes bunun
farkındaydı. Öyle de oldu:
“Yapacağın şeyin
sonunda Özkan Hoca yaşamayacak ve sen bir suç işlemiş olacaksın
biliyorsun değil mi?”
“Evet.” Beste,
olanları ciddiye almamış şekilde:
“Yine bolca oyun
oynadın değil mi?”
“Hayır.” Yiğit'in
cevabı kararlı ve netti. Emir:
“Abi ben yokum.
Benden başka ne istersen yaparım ama bu fazla be abi!” Damla
çantasını toplamaya başladı. Onur'a göz ucuyla bakıyordu:
“Haydi Onur! Biz
karşı kafeye geçelim. Yiğit ağır bir espri yapıyor olmalı.”
“Siz Beste'yle
gidin. Ben buradayım.” Beste, sanki bunu bekliyormuş gibi ayağa
fırladı ve Damla'nın koluna girdi. Emir de kolasını eline aldı
ve diğer eliyle de hırkasını sandalyeden aldı:
“Görüşürüz
beyler! Ben kızlarla karşıdayım.”
“Karşı” adı
verilen kafe 100 metre kadar uzaktaydı. Hızlıca yürümeye
başladılar. iki üç dakikaya, Yiğit hakkında konuşmaya
başlayacaklardı.
Fırat “çıt”
çıkarmamıştı. Bardağını hala aynı pozisyonda tutuyor,
Yiğit'in elindeki kaleme bakıyordu. Yiğit:
“Fırat?” diye
dürttü. Fırat:
“Korkuyorum Yiğit!
Yapma ihtimalimiz çok düşük. Biz de sevmeyiz falan, tamam. E
harbiden salak bir adam ona da tamam. Ama öldürmek ne demek? Aşırı
hayal kurmuşsun. Birisine zarar veriyorsun. Resmen 'suç işlemeye
var mısın' diyorsun.”
“Korkma, sen;
bunları yaparken, evde bilgisayar başında olacaksın.” Onur:
“Bi' anlat da...”
“Olay basit. Silahla
vuracağım o piçi! 8 Mayıs Cumartesi günü, zümre olarak okulda
toplantıları var. Dün atıldığımda, Behçet Hoca'nın masasında
gördüm. O gün halı saha maçım var deyip, saat 12'de evden
çıkacağız. 12.15 gibi okulun önünde oluruz. İlk engelimiz
kameralar olacak. Kaydettiği görüntüleri bir süre dondurmalıyız.
Burada sen devreye giriyorsun Fırat! Bir sunum için müdürün
odasına çıkmıştım. Adam İnternet'e bağlanamadığı için
benden yardım istedi. Fırsattan yararlanıp IP ve DNS'yi öğrendim.
Bu izni evde kurcaladım. Görüntü dondurmayı yapabileceğini
düşünüyorum.”
“O, işin en
basiti.”
“Sonraki engel
güvenlikçi Özgür Abi. Severim kendisini, bu nedenle ona zarar
vermeyen uyuşturucu bir karışım yapacaksın Onur. İkna işi
senin. Bilinci gidince okuldayız. Sonra danışmadaki Özge Abla
var. Aynı işlemi uygularsan sevinirim Onur. Sıvı uygulanmasından
bir dakika öncesini unutturan formül hala elinde mi?”
“Adamım, neredeyse
dört yıl boyunca İTÜ'nün biyokimya derslerini takip ediyorum.
Sen bana güven.”
“Devamında maske
kullanacağız.” dedi ve sağ kolunun altındaki dosyayı nihayet
açtı. Çıkardığı beş adet A3 kağıdında, ayrıntılı
krokiler vardı. Bütün okulu çizmişti Yiğit. Parmağıyla işaret
ederek:
“Buralar kamera
noktaları. Aynı renkte çizgiler de kör noktalarını gösteriyor.
Bu bölgelerden dolaşarak, her kameranın arkasına ulaşıp onları
inaktif hale getireceğiz. İkinci katta zümre odası var. Ama odayı
basamayız. 20 dakikada bir tuvalete çıkıyor neyse ki. Bu
hastalığını kullanmalıyız.”
8 Mayıs 2010
“Alo, beni duyuyor
musunuz?”
“Sesin gayet net,
Fırat'cığım”
“Duyuyorum Fırat.
Onur, telefonunu kapatmayacaksın artık, üçümüz sürekli
iletişim halinde olacağız.” Yiğit iki elinde iki ayrı
telefonla yürüyordu. İkisinin de kulaklığı vardı. Birer kulağı
kesmişti ikisinden de. Dışarıya ses gitmesi hoş olmazdı. Sağ
kulağında Onur, sol kulağında Fırat vardı. Tüm cepleri
doluydu. Peruk ve maskeyi koltuğunun altına sıkıştırmıştı.
Deri eldivenleriyle birlikte, -saçı hariç- simsiyahtı neredeyse.
Sağ eldiveninin parmakları kesikti. Zaten o sadece, ortasına baskı
yapılınca ucu çıkan bıçağı gizlemek içindi. Bileğine
bantlarla sıkı sıkı sarmıştı. Bu, acil durum bıçağıydı.
Genel olarak kullanacağı maket bıçağı ceketinin sol cebindeydi.
Okulun bir sokak aşağısında bekliyordu Onur. Yiğit:
“Onur, arkandayım.”
Onur hızlıca döndü:
“Evet, tam
arkamdasın. Ulan daha sokağın başındasın acele et. Çeyrek geçe
demiştin. Şu anda saat tam çeyrek geçiyor.” Yiğit koşmaya
başladı:
“Fırat, kamera ne
zaman donuyor?”
“Şu anda iki tane
apaçi yürüyor bekle. Ekrandan, iki kişinin durduğu görünmemeli.”
“Sanırsam
görüntüden çıktılar. Çünkü onları ben de gördüm.”
“An itibariyle
kamera görüntüsü 12.16'da sabitlenmiştir.”
“Sokak girişindeki
kamera için duvardan gideceğiz Onur. Sen aşağıda bekle.”
Demesiyle, Yiğit fırladı, zaten sıcak olan bacak kasları
zorlanmadan kasılıp gevşemeye başladı. Okulun, en üstte dikenli
tele de sahip olan duvarına bir hamlede sıçradı. Elleriyle
demirleri kavradı ve kendini yukarı çekti. Sağ eliyle dengede
duruyordu. Sol cebindeki, kalın maket bıçağını aldı ve
kameranın tam arkasındaki kabloya vurdu. Plastiğin içinden geçen
bakırlar göründü. Bir darbe daha... Kameranın ortasından
yayılan kırmızı ışığın artık yanmadığını gören Onur:
“Işık söndü.
Bekle orada. Özgür Abi'ye gidiyorum.” Ceplerini çok dolu
gösteren iki adet Burn'u çıkardı Onur. Birisini açıp, sırt
çantasındaki küçük tüpten damlalıkla aldığı damlaları
içine bıraktı. Sağ elindeki kutu artık bir enerji içeceği
değil, acil uyku içeceğiydi.
Güvenlik görevlisi
Özgür Kılınç, Onur ile tokalaşmak için sağ elini uzattı ama
Onur'un elleri doluydu. Onur da ona sağ elindeki Burn ile karşılık
verdi. Özgür Kılınç:
“Hayırdır Onur?
Öğrenim aşkın cumartesiye de mi fışkırdı?”
“Yok be abi. Aşağı
halı sahaya geldim. Yiğit de gelecekti ama...”
“Burn de onun o
zaman.”
“O gelene kadar
senin be abi!”
“Sağ olasın
Onur'cuğum.”
“Bir şey değil
Özgür abi. Cumartesileri senin pazartesin olsa gerek.”
“Aynen öyle.
Pazartesi normal bir çalışma günü ama cumartesi ah ah... Tek
tatilim cuma günleri.”
“O zaman, dün,
Bursa maçını izledin?”
“Keşke
izleyebilseydim... Senem'in dizisineydi öncelik. Reklam aralarında
takip ettim maçı.”
“Yazık olmuş abi,
süper maçtı. Az gol oldu ama izlenesiydi.”
“Onur'cuğum ben
sanki üşüyorum biraz. Kulübeme geçsek olur mu?
“Birazcık daha
bekle de Yiğit gelince görsün bizi.” İki dakika sonrasında
Özgür Kılınç gözlerini açık tutamadı.
“Hah Yiğit de
geldi. Göremedin ama...” Yiğit:
“Şimdi Özge
Abla'ya hadi!” Onur, okulun kapısını açtı ve neşeli bir
şekilde bağırdı:
“Özge Ablaa!”
“Ablasının kuzusu,
nasılsın? Onur, “İyiyim.” diyene kadar yanına gelmişti.
Onur:
“Abla ben iyiyim de
senin boynuna n'oldu?” diyerek boynunun sağ tarafını işaret
etti. Özge Akmaz, başını sağa çevirince; sol omzu öne çıktı.
Bu anı bekleyen Onur sol elindeki şırıngayı hızlıca sapladı.
“Ne vaa!!..” şeklinde gittikçe azalan bir çığlık attı Özge
Akmaz. Uyandığında Onur, hiç gelmemiş olacaktı.
“Yiğit, içeri
gelebilirsin.” Yiğit, içeriye kırmızı saçlı bir palyaço
olarak girdi. Onur beyaz bir kağıt geçirdi kafasına. Yiğit:
“Hemen iç kapının
arkasında bir kamera daha var.” dedi ve Özge Akmaz'ın masasına
çıktı. Oradan camların önündeki çıkıntıya adım attı ve
maket bıçağını çıkardı yine. İki darbe... Onur:
“Işık söndü!”
“Bu kablo, birinci
katın sağ bloğunun tüm kameralarının güç kablosuydu.”
“İki yılda nasıl
çözdün bu okulu?” Yiğit'in cevabı koşarak oldu. Onur'un
kroki üzerine çizdiği yoldan koşuyordu. Koşuşu sırasında
elini belindeki Glock-17'ye attı. Silahlı kuvvetlerin kullandığı
9 mm'lik mermileri yerleştirmeye başladı. Altı tane mermi
yerleştirmişti. Hazır hale getirdiği tabancayı tekrar beline
sokuyordu ki biraz ilerisindeki tuvaletten kantin görevlisi İlhan
çıktı. Hiç düşünmeden ileri fırladı. Gülümseyen palyaçonun
altında bir kin vardı. Nefes alıp vermesi sıklaştı ve istediği
hareketi yapabilmek için ellerini birbirine vurdu, alkışlar gibi.
Kantinci İlhan'a iki metre kadar mesafe kalmışken yerde kaymaya
başladı. Sırt üstü gitmek, hele ki sürtünme kuvvetine karşı
koyarak kaymak zor olacaktı ancak bu acıyı düşünmedi bile.
Alkış sırasında ortaya çıkan bıçağı, İlhan'ın şaşkınlığı
sırasında kasıklarına sapladı. Bir erkeğin duyup duyabileceği,
en büyük acılardan birisini yaşattırdı. Kalıp olarak belki de
iki katı olan bir adamı bağırtmıştı. O sert adam çok içten
bir çığlık attı. Yiğit çok ses çıkmasını istemedi ve
İlhan'ın ağzını eliyle kapattı. Kafası zaten yere doğru
iniyordu ki kafasını kavrayıp yere çarptı. Tam iki kere... İlhan
istese de bağıramıyordu. Kasığından oluk oluk akan kan, Yiğit
yi tatmin etmemiş olacaktı ki o bıçağı, sağ dizin altındaki
kıkırdağa sapladı. Kan yoktu ama bu, onu yürütmeyecekti.
Onur, kusmamak için
kendini tutuyordu. Yiğit'in “Gel!” işaretiyle korktu. En iyi
arkadaşını hiç tanımamıştı. Yiğit insanlıktan çıkmış
olmalıydı. Beraber ikinci kata doğru çıkmaya başladılar. Kat
arasında Yiğit durdu:
“Fırat?”
“Dinliyorum.”
“İkinci kat
kameraları ne kadar süre donabilir?”
“İki dakika. Dondur
dediğin anda donarlar.” Yiğit, Onur'a döndü:
“Çıkıp tuvalete
gidecektir. Önden ben gidiyorum. Sen sadece kapıyı tut tamam mı?”
Onur, “Evet” anlamında kafasını salladı. Yiğit'in kalbi
yorgunluktan değil, heyecandan; atışını hızlandırdı. Zümreden
ilk çıkan adını bilmediği bayan bir hocaydı. İki dakika kadar
sonra tuvalleten çıkıp tekrar zümreye girdi. Yiğit
heyecanlanıyordu ve işte... Özkan Hoca bir eli cebinde odadan
çıktı. Sol eliyle tuvalet kapısını itti ve Yiğit fısıldadı:
“Kameraları
dondur.” Yavaşça yürümeye başladı. Kapıyı itti. Hemen
soldaki kabinlerin sonuncusuna girmişti. Tek kapalı kapı oydu. Dış
tuvalet kapısını Onur kapattı ve kapıya sırtını dayadı.
Okul, iç tuvalet kapısı olarak plastik değil, “klasik” tahta
kapı kullanıyordu. Yiğit kapının tam arkasına geldi ve bir kaç
tel tokayı hızlıca ceplerinden çıkartarak kapı arasına
sıkıştırdı. Hayatındaki en büyük isteğini şimdi
gerçekleştirecekti. 9x19 mm kalibreli Glock-17'yi belinden çıkardı
ve kapıya bir tekme attı. Özkan Hoca dengesini kaybetmiş olacaktı
ki bir küfür savurdu. Belden aşağısı çıplak şekilde Yiğit'ye
baktı ve kekemeleyerek sordu:
“Kimsiniz? Ne
istiyorsunuz? Ne yaptım ben?” Yiğit maskesini çıkarıp
fırlattı.
“Yiğit! Oğlum
yapma bak! Çok özür dilerim senden lütfen indir şunu, şeytan
doldurur.” Gözündeki damarları, mor torbaları ve rahatsız
edici sırıtışı kırmızı peruğuyla birleşince Yiğit, zaten
şeytanın kendisi gibiydi. Hayatı boyunca görmediği saygıyı
elinde tuttuğu metalle görmüştü. Bu onun en mutlu anıydı çünkü
Özkan Hoca'sı önün de diz çökmüştü.
Yiğit'in konuşması
daha kısa oldu. Sağ elinin işaret parmağı konuştu. Küçük bir
alanda patladı silah. Özkan Hoca'nın çok az saçı vardı. Büyük
kelliğin sağ ve sol taraflarında küçük adalar halinde. Ortadaki
kellik şimdi kıpkırmızıydı. Ortası matkapla delinmiş gibi...
Tuvaletin içinde koyu kırmızı kan damlaları... Duvarlarda
kafasından sıçrayan küçük kemikler... Beyin kıvrımlarının
bir kısmı dışarı fırlamıştı. Saçlarına uzanan beyin etleri
kana bulanmış bir haldeydi.
Onur, pisuvara kusmaya
başladı. “Yiğit, Yiğit...” derken kolundan tutup
merdivenlerden çıkartmaya başladı Yiğit. Kusmaya zaman yoktu.
Onur:
“Ne yapıyoruz,
neden kaçmıyoruz?” diye sordu.
“Asıl şimdi
kaçıyoruz. Herkes bizim, kapıdan çıkıp gideceğimizi düşünüyor
ama hayır! Yukarı terasa çıkacağız.” Onur konuşmaktan
korkuyordu.
Terastayken, okulun
etrafında koşuşturanlar çok rahat görünüyordu. Balkonuna çıkan
insanlar etrafı gözlüyordu. Belediye otobüsü şoförleri bile
okulun girişine doğru bakıyordu. Kimse ne olduğunu anlamamıştı.
Çatıya doğru bakan da yoktu.
Onur, tek bir noktaya
bakıyor, Yiğit ise gülüyordu. Biraz sonra bu gülmeler kahkahaya
döndü. O kadar çok güldü ki gözünden yaş geldi. Simsiyah
giyinmişti ama her yeri kan olmuştu. Kanı çok sevdi. Elindeki
kanları yüzüne sürdü. Sırtüstü yattı ve ilginç sesler
çıkarmaya başladı. Konuşmayı bilmeyen bir bebek gibi
seviniyordu. Üstünde kanlar olan, bir elindeki Glock-17'yi sallayan
bir bebek...
Bu sevincini polis
sirenleri bozdu. Üç tane polis arabası gelmişti. İkisi doğrudan
binaya yöneldi. Kapıları hızlıca açıldı, polisler içeri
koştu. Biri bahçede durdu. İçindeki iki polis arabayı siper
alarak, tabancalarını çatıya doğrulttu. Komiserleri gibi duran,
elinde megafonu olan polis konuşmaya başladı:
“Yiğit, bize zor
kullandırtma yavrum, elindeki silahı aşağıya at ve orada bekle!”
“Adımı nereden
biliyorsunuz? Nasıl geldiniz? Nasıl buldunuz?”
“Telefonlarınızın
dinlenme olasılığını düşünmedin herhalde ufaklık!” Kimse
ona ufaklık diyemezdi. Sol elini destek tutarak polise doğru ateş
etti. Adam hızlı bir refleksle arabanın arkasına geçti.
Yanındaki polisler hemen cevap verdi. Yiğit önündeki kısa
duvarın altına yattı. Şarjöründe dört mermi kalmıştı.
Polisler bir mermiye on dört mermiyle cevap vermişti. Neden sonra
polisler ateşi kesti. Üç dakika kadar ayağa kalkmadı Yiğit.
Onur yerde dizlerini kendine çekmiş şekilde oturuyor. Yiğit'e
ağzı açık bakıyordu. Titriyordu. Belki de o an aklı başına
geldi Yiğit'in. Ayağa kalktı. Silahını polislere uzattı yine.
Megafonlu polis:
“Senin silahın
varsa bizim de var Yiğit! Bir hata daha yapma, senin için iyi
olmaz!” dedi. Yiğit, o mutluluğu yaşamıştı. Yaşamanın amacı
mutlu olmaksa, o olmuştu. Silahı sol eline aldı ve şakağına
dayadı. Glock-17'nin tetiği asıl şimdi ağırdı. Hayatının son
yıllarında hiçbir şeyi beğenmedi. “Hocam, saygı beklediğiniz
kişiye önce siz saygı gösterin.” demişti. O an saygıyı
görmüştü. Sınıfın ona saygısını. Herkesin susuşunu...
Kendini beğenmiş, yalaka Gizem'in bakışı tatmin ediciydi. İsyan
etti. Saygıyı azalttı herkese, her şeye... Şimdi de kendisine ve
vücuduna...
Sol elinin işaret
parmağı, kilolarca ağırlık kaldırmıştı. Ama en zoru buydu
işte... Tetiğin son direnç seviyesi... Onur'un haykırışını
kuru bir patlama sesi yatıştırdı. Kemik sesi... Ancak hepsi belki
de bir saniye... Acısı da bir saniye... Soğukluk değil, sonsuzluk
oluştu... Handan Hanım ve Bekir Bey, hayatları boyunca 8 Mayıs'ta
ağlayacaktı. Onur tedavisini bir başka 8 Mayıs'ta tamamlayıp,
ıslah evine girecekti. Fırat 8 Mayıs'ı unutmaya çalışacaktı.
Kim hatırlamak isterdi ki? Özkan Hoca'nın eşi Özlem Hanım mı?
2 yaşındaki kızı Gökçe mi? Üniversite finallerine çalışan
23 yaşındaki kızı Büşra mı?
“Klasik” bir
ergendi Yiğit. Ancak beynini “klasik” bir şekilde kullanamadı.
O “klasik” olamayacak kadar “klasikti”.
-SON-