30 Nisan 2011 Cumartesi

Klasik Vandalizm

-->

7 Mayıs 2010

“Çık dışarı! Sana dışarı çık dedim!”

“Pek iyi hocam.” diyebilmişti sadece. Bunlar sadece sesli olarak söyleyebilecekleriydi. Sessizce söylediklerini ancak kendisi bilebilirdi. Yüzünde, klasik bir öğrenci öfkesi vardı. Bu okulda hemen hemen her gün yaşanan “klasik” olaylardandı. Belki, öğrencisini sınıftan çıkaran Özkan Hoca olmazdı -ki bu çok nadir yaşanırdı- ama her ders en az bir öğrencinin sınıftan atıldığı için bahçede gezdiği görülürdü.
...

Özkan Hoca, yüzündeki sinirli ifadeyi; gözlerini kısması, alnının kırışması ve dudaklarını yemeye başlamasıyla belirtti. Bir şekilde derse devam etmesi lazımdı. Bir an ağzını açacak oldu. “Devam...” diyebildi ama bunu belki de Gizem'den başkası duymadı. Yeni fark etmişti; her ders en önde oturan Gizem'in de kitabı yoktu. Ayaklarını sabit tutup beliyle öne doğru eğildi ve fısıldayarak:

“Kitabın nerede?” diye sordu.

Gizem telaşlandı. Onun sonu da Yiğit gibi olabilirdi. Eğer atılırsa, nefret ettiği kişiyle müdür yardımcısı Behçet Hoca'nın odasında, yirmi dakika boyunca ayakta beklemek zorunda kalırdı. Sıkıcı ve yorucu... Sesinin en ince, tatlı ve çocuksu haliyle:

“Evde unutmuşum, özür dilerim.” dedi. Özkan Taşkıner, ayrımcılık yapmazdı. Otoriter adamdı. Eğer Yiğit'in yaptığının bir kısmını yapsaydı, sadece izin almasaydı, onu da dışarı atardı. Alnını tekrar gerginleştirdi. Şakakları yumuşadı:

“Bir daha olmasın.” dedi hırıltılı sesiyle.


22 Nisan 2010

“ Yiğit ciddi mi ki lan?”

“Yok be Onur. Adam ergenliğin doruğunda. Ota boka isyan ediyor.”

“Tabii ki ya... Kimsede yok öyle cesaret.”

“O değil de hangi takımsın?”

“Liverpool. Torres nerede, ben orada abi!”

“Ben de Chelsea olayım o zaman, Lampard var sonuçta.”

“PS3 kafenin sahibi alışmıştı Onur ve Fırat'a. Neredeyse her hafta, bu gün ve bu saatte okuldan kaçar, oyun oynamaya gelirlerdi. Drama dersi onlara işkence gibi gelirdi. Zaten özel okulda okuyan, zengin aile çocuklarıydı bunlar. Güvenlikçinin de cebine para girerdi, tabii ki kendisinin de. Aslında dolaylı yoldan, drama öğretmeni Nuriye Hanım'ın da maaşını ödeyen de bu çocuklardı.
Yiğit son bir aydır ortalarda yoktu. Ailesinin durumu, diğerlerine göre çok iyi değildi ama sonuçta, o da özel okulda okuyordu. Ayrıca çok iyi oyun oynardı. İki defa Battlefield turnuvası düzenlenmişti. İkisini de Yiğit kazanmıştı. Turnuvadan kazandığı bedava dakikalarını daha kullanmamıştı. Onur'un söylediklerine göre artık Beste'yle çıkıyordu. “Klasik” bir lise aşkı işte...

“Abi n'oldu ilk yarı 2-0, ikinci yarı 4-0!”

“On iki kişiydin sahada! Hakem de sendendi!” Ezberindeki sözleri tekrarladı. Dışarıdan bakan birisi, kafasının Damla'da olduğunu anlardı. Fırat'ın takıldığı bir kız yoktu ya onun kazanması normaldi.. Ama Onur, Damla'yı değil Yiğit'i düşünüyordu. Onunla bir sene önce, okulda tanışmıştı. Çabuk ısınmışlar, tam anlamıyla kanka olmuşlardı. Okulun en garip tipiydi. Neşeli olduğu nadirdi. Resmen öfke doluydu.

“Beste, bu çocuğa nasıl hayran kaldı, şaşıyorum doğrusu.” Fırat, kendisine söylediğini zannetti:

“Efendim abi?”

“Sana demedim.”

...

Paralel Zaman

Bölgede site yerleşimi hakimdi. Çevre düzenlemelerinde büyük emeğin olduğu belliydi. Tek tük arabaların geçtiği sokakta; kısa boylu, sarışın bir çocuk, elleri ceplerinde yürüyordu.

“Öğrenci zilinden sonra sınıfa girdin, çık dışarı!”

“Oğlum bu ne? Resmen çöp adam çizmişsin! Gizem'le aynı kefeye koymamı beklemiyorsun herhalde!”

“Terbiyeni takın, çocuğum yaşındasın!”

“Evde, ailenle de böyle mi konuşursun sen?”

Bir an elini saçının içine atarak kafasını kaşıdı. Uzun saçından dolayı da çok azar işitmiş, okulun etrafında bolca koşmuştu. Uzun saçlılar, okul etrafında koşar, ilk derse giremezdi. Neyse ki “yok” yazılmazlardı. Bu durumu en çok suistimal eden ise yine Yiğit'ti. Normalde okula erken gelir, kör nokta olan tuvalette saklanırdı. Hocaları, onu “ishal” biliyordu. Saçını kestirip, rahatça kontrolden geçtiği de olurdu. Ama ilk ders Özkan Hoca'nın ise annesinin peruklarından birini taktığı da olurdu. Şu ana kadar onların peruk olduğunu anlayan olmamıştı. -E annesi onlara, bir kolu dolduracak kadar bileziğin parasını vermişti.- 15 dakika koşmak, 20 dakika kadar da şınav çekmek; bazı zamanlarda 40 dakikalık bir dersten daha zevkli oluyordu ki kendisi zaten profesyonel hentbol oyuncusuydu. Rutin egzersizlerinde vardı bu tip hareketler.

O gün de peruk takacaktı. Kırmızı bir saça ve bir palyaço gülüşüne sahip olacaktı.


8 Mayıs 2010

Bekir Yarbay'ın izin günü... Saat sabah 6... Evde herkesin uyuyor olması lazım. Handan Hanım ve Bekir Bey yüzlerinde mutlu bir ifadeyle uyuyorlar. Cumartesi günü uyku günüdür. 11'de uyanılır, 12'de kahvaltı yapılır. Yiğit de bir haftayı yeni bitirmiş, uyuyor olmalı. Ama hayır... Onur ve Fırat'a cep telefonundan mesaj atıyordu. Yatağının yanındaki sandalyede spor kıyafetleri duruyor. Sandalyenin altında, kırmızı saçaklı bir peruk, bir de maske... Tek bir şey eksikti. Bunun farkına varınca kalktı Yiğit. Zaten tüm gece uyumamış, egzersiz yapmıştı. Kası yeterli olmayacaktı. Annesiyle babasının yatak odasına sessizce girmeyi hedefledi. Parmak ucuna yükseldi. Yavaşça kapı koluna basınç uyguladı. Sesi duymak için nefes almamak gerekirdi. Belki de 3 dakika boyunca sadece kapıyı açabildi. Zamanı boldu. Ses çıkarmaması lazımdı. Yatağın, ayak ucunun ilerisindeki masa... Handan Hanım'ın makyaj malzemeleri... Masanın sol kenarında, yerde yeşil bir bez parçası... O bezin altında siyah bir çanta olmalıydı. El çantası gibi, küçük... Bez parçasının iki ucunu, başparmakları ve işaret parmaklarının arasına alarak kaldırdı. Bir an hırıltılı bir ses yükseldi Bekir Bey'den, Yiğit hızlıca vücudunu döndürdü, çanta arkasında durmalı, ne yaptığını belli etmemeliydi. Babası sadece dönmeye çalışmıştı. Korkusu geçen Yiğit siyah çantaya baktı tekrar. Çantanın şifresi 1995'ti. Kendi doğum yılı... Çantanın ağır kapağını kaldırınca; 9x19 mm kalibreli Glock-17'yi gördü. Ekipmanlarını tamamlamıştı.

...

Yeni uyanmış birisinin, bir sarhoş edasıyla yürüyüşünü taklit ederek mutfağa yürümeye başladı Yiğit. Babası Bekir Bey, banyoda tıraş oluyordu.

“'Klasik' memur alışkanlığı değil mi baba?” dedi.

“Büyüyünce asker olmayı düşünme oğlum!” diye esprili bir yanıt gecikmedi. Ufak bir tebessüme sahip baba oğul, yüzlerini ıslattıktan sonra mutfağa yürümeye başladılar.

“Oo baba oğul iyisiniz yine, günaydın!”

“Günaydın anne...”

“Günaydın hanım! Ne pişirdin bakalım?”

“Yumurta salatası yaptım.” dedikten sonra masaya oturdu ve oğlunun morarmış göz torbalarına dikkatlice baktı, Handan Hanım.

“İyi uyudun mu oğlum?”

Yalan söylemekten kaçınarak, yarım bir yalan söyledi:

“Gece geç yattım, yetmedi bu kadar uyku.”

“E git yat oğlum.”

“Dedim ya anne! Halı saha maçımız var bugün.”


1 Mayıs 2010

“Benimle birlikte olanlar kimler?” diye sordu Yiğit.

Onur, Fırat, Beste, Damla ve Emir; ilk defa görmüş ve anlamamış oldukları bir konunun anlatımından sonra sorulan soruya bakar gibi bakakalmışlardı. İlk olarak Onur'un konuşması gerekiyordu. G Café'nin sol dip köşesindeki masada oturan herkes bunun farkındaydı. Öyle de oldu:

“Yapacağın şeyin sonunda Özkan Hoca yaşamayacak ve sen bir suç işlemiş olacaksın biliyorsun değil mi?”

“Evet.” Beste, olanları ciddiye almamış şekilde:

“Yine bolca oyun oynadın değil mi?”

“Hayır.” Yiğit'in cevabı kararlı ve netti. Emir:

“Abi ben yokum. Benden başka ne istersen yaparım ama bu fazla be abi!” Damla çantasını toplamaya başladı. Onur'a göz ucuyla bakıyordu:

“Haydi Onur! Biz karşı kafeye geçelim. Yiğit ağır bir espri yapıyor olmalı.”

“Siz Beste'yle gidin. Ben buradayım.” Beste, sanki bunu bekliyormuş gibi ayağa fırladı ve Damla'nın koluna girdi. Emir de kolasını eline aldı ve diğer eliyle de hırkasını sandalyeden aldı:

“Görüşürüz beyler! Ben kızlarla karşıdayım.”

“Karşı” adı verilen kafe 100 metre kadar uzaktaydı. Hızlıca yürümeye başladılar. iki üç dakikaya, Yiğit hakkında konuşmaya başlayacaklardı.

Fırat “çıt” çıkarmamıştı. Bardağını hala aynı pozisyonda tutuyor, Yiğit'in elindeki kaleme bakıyordu. Yiğit:

“Fırat?” diye dürttü. Fırat:

“Korkuyorum Yiğit! Yapma ihtimalimiz çok düşük. Biz de sevmeyiz falan, tamam. E harbiden salak bir adam ona da tamam. Ama öldürmek ne demek? Aşırı hayal kurmuşsun. Birisine zarar veriyorsun. Resmen 'suç işlemeye var mısın' diyorsun.”

“Korkma, sen; bunları yaparken, evde bilgisayar başında olacaksın.” Onur:

“Bi' anlat da...”

“Olay basit. Silahla vuracağım o piçi! 8 Mayıs Cumartesi günü, zümre olarak okulda toplantıları var. Dün atıldığımda, Behçet Hoca'nın masasında gördüm. O gün halı saha maçım var deyip, saat 12'de evden çıkacağız. 12.15 gibi okulun önünde oluruz. İlk engelimiz kameralar olacak. Kaydettiği görüntüleri bir süre dondurmalıyız. Burada sen devreye giriyorsun Fırat! Bir sunum için müdürün odasına çıkmıştım. Adam İnternet'e bağlanamadığı için benden yardım istedi. Fırsattan yararlanıp IP ve DNS'yi öğrendim. Bu izni evde kurcaladım. Görüntü dondurmayı yapabileceğini düşünüyorum.”

“O, işin en basiti.”

“Sonraki engel güvenlikçi Özgür Abi. Severim kendisini, bu nedenle ona zarar vermeyen uyuşturucu bir karışım yapacaksın Onur. İkna işi senin. Bilinci gidince okuldayız. Sonra danışmadaki Özge Abla var. Aynı işlemi uygularsan sevinirim Onur. Sıvı uygulanmasından bir dakika öncesini unutturan formül hala elinde mi?”

“Adamım, neredeyse dört yıl boyunca İTÜ'nün biyokimya derslerini takip ediyorum. Sen bana güven.”

“Devamında maske kullanacağız.” dedi ve sağ kolunun altındaki dosyayı nihayet açtı. Çıkardığı beş adet A3 kağıdında, ayrıntılı krokiler vardı. Bütün okulu çizmişti Yiğit. Parmağıyla işaret ederek:

“Buralar kamera noktaları. Aynı renkte çizgiler de kör noktalarını gösteriyor. Bu bölgelerden dolaşarak, her kameranın arkasına ulaşıp onları inaktif hale getireceğiz. İkinci katta zümre odası var. Ama odayı basamayız. 20 dakikada bir tuvalete çıkıyor neyse ki. Bu hastalığını kullanmalıyız.”


8 Mayıs 2010

“Alo, beni duyuyor musunuz?”

“Sesin gayet net, Fırat'cığım”

“Duyuyorum Fırat. Onur, telefonunu kapatmayacaksın artık, üçümüz sürekli iletişim halinde olacağız.” Yiğit iki elinde iki ayrı telefonla yürüyordu. İkisinin de kulaklığı vardı. Birer kulağı kesmişti ikisinden de. Dışarıya ses gitmesi hoş olmazdı. Sağ kulağında Onur, sol kulağında Fırat vardı. Tüm cepleri doluydu. Peruk ve maskeyi koltuğunun altına sıkıştırmıştı. Deri eldivenleriyle birlikte, -saçı hariç- simsiyahtı neredeyse. Sağ eldiveninin parmakları kesikti. Zaten o sadece, ortasına baskı yapılınca ucu çıkan bıçağı gizlemek içindi. Bileğine bantlarla sıkı sıkı sarmıştı. Bu, acil durum bıçağıydı. Genel olarak kullanacağı maket bıçağı ceketinin sol cebindeydi. Okulun bir sokak aşağısında bekliyordu Onur. Yiğit:

“Onur, arkandayım.” Onur hızlıca döndü:

“Evet, tam arkamdasın. Ulan daha sokağın başındasın acele et. Çeyrek geçe demiştin. Şu anda saat tam çeyrek geçiyor.” Yiğit koşmaya başladı:

“Fırat, kamera ne zaman donuyor?”

“Şu anda iki tane apaçi yürüyor bekle. Ekrandan, iki kişinin durduğu görünmemeli.”

“Sanırsam görüntüden çıktılar. Çünkü onları ben de gördüm.”

“An itibariyle kamera görüntüsü 12.16'da sabitlenmiştir.”

“Sokak girişindeki kamera için duvardan gideceğiz Onur. Sen aşağıda bekle.” Demesiyle, Yiğit fırladı, zaten sıcak olan bacak kasları zorlanmadan kasılıp gevşemeye başladı. Okulun, en üstte dikenli tele de sahip olan duvarına bir hamlede sıçradı. Elleriyle demirleri kavradı ve kendini yukarı çekti. Sağ eliyle dengede duruyordu. Sol cebindeki, kalın maket bıçağını aldı ve kameranın tam arkasındaki kabloya vurdu. Plastiğin içinden geçen bakırlar göründü. Bir darbe daha... Kameranın ortasından yayılan kırmızı ışığın artık yanmadığını gören Onur:

“Işık söndü. Bekle orada. Özgür Abi'ye gidiyorum.” Ceplerini çok dolu gösteren iki adet Burn'u çıkardı Onur. Birisini açıp, sırt çantasındaki küçük tüpten damlalıkla aldığı damlaları içine bıraktı. Sağ elindeki kutu artık bir enerji içeceği değil, acil uyku içeceğiydi.

Güvenlik görevlisi Özgür Kılınç, Onur ile tokalaşmak için sağ elini uzattı ama Onur'un elleri doluydu. Onur da ona sağ elindeki Burn ile karşılık verdi. Özgür Kılınç:

“Hayırdır Onur? Öğrenim aşkın cumartesiye de mi fışkırdı?”

“Yok be abi. Aşağı halı sahaya geldim. Yiğit de gelecekti ama...”

“Burn de onun o zaman.”

“O gelene kadar senin be abi!”

“Sağ olasın Onur'cuğum.”

“Bir şey değil Özgür abi. Cumartesileri senin pazartesin olsa gerek.”

“Aynen öyle. Pazartesi normal bir çalışma günü ama cumartesi ah ah... Tek tatilim cuma günleri.”

“O zaman, dün, Bursa maçını izledin?”

“Keşke izleyebilseydim... Senem'in dizisineydi öncelik. Reklam aralarında takip ettim maçı.”

“Yazık olmuş abi, süper maçtı. Az gol oldu ama izlenesiydi.”

“Onur'cuğum ben sanki üşüyorum biraz. Kulübeme geçsek olur mu?

“Birazcık daha bekle de Yiğit gelince görsün bizi.” İki dakika sonrasında Özgür Kılınç gözlerini açık tutamadı.

“Hah Yiğit de geldi. Göremedin ama...” Yiğit:

“Şimdi Özge Abla'ya hadi!” Onur, okulun kapısını açtı ve neşeli bir şekilde bağırdı:

“Özge Ablaa!”

“Ablasının kuzusu, nasılsın? Onur, “İyiyim.” diyene kadar yanına gelmişti. Onur:

“Abla ben iyiyim de senin boynuna n'oldu?” diyerek boynunun sağ tarafını işaret etti. Özge Akmaz, başını sağa çevirince; sol omzu öne çıktı. Bu anı bekleyen Onur sol elindeki şırıngayı hızlıca sapladı. “Ne vaa!!..” şeklinde gittikçe azalan bir çığlık attı Özge Akmaz. Uyandığında Onur, hiç gelmemiş olacaktı.

“Yiğit, içeri gelebilirsin.” Yiğit, içeriye kırmızı saçlı bir palyaço olarak girdi. Onur beyaz bir kağıt geçirdi kafasına. Yiğit:

“Hemen iç kapının arkasında bir kamera daha var.” dedi ve Özge Akmaz'ın masasına çıktı. Oradan camların önündeki çıkıntıya adım attı ve maket bıçağını çıkardı yine. İki darbe... Onur:

“Işık söndü!”

“Bu kablo, birinci katın sağ bloğunun tüm kameralarının güç kablosuydu.”

“İki yılda nasıl çözdün bu okulu?” Yiğit'in cevabı koşarak oldu. Onur'un kroki üzerine çizdiği yoldan koşuyordu. Koşuşu sırasında elini belindeki Glock-17'ye attı. Silahlı kuvvetlerin kullandığı 9 mm'lik mermileri yerleştirmeye başladı. Altı tane mermi yerleştirmişti. Hazır hale getirdiği tabancayı tekrar beline sokuyordu ki biraz ilerisindeki tuvaletten kantin görevlisi İlhan çıktı. Hiç düşünmeden ileri fırladı. Gülümseyen palyaçonun altında bir kin vardı. Nefes alıp vermesi sıklaştı ve istediği hareketi yapabilmek için ellerini birbirine vurdu, alkışlar gibi. Kantinci İlhan'a iki metre kadar mesafe kalmışken yerde kaymaya başladı. Sırt üstü gitmek, hele ki sürtünme kuvvetine karşı koyarak kaymak zor olacaktı ancak bu acıyı düşünmedi bile. Alkış sırasında ortaya çıkan bıçağı, İlhan'ın şaşkınlığı sırasında kasıklarına sapladı. Bir erkeğin duyup duyabileceği, en büyük acılardan birisini yaşattırdı. Kalıp olarak belki de iki katı olan bir adamı bağırtmıştı. O sert adam çok içten bir çığlık attı. Yiğit çok ses çıkmasını istemedi ve İlhan'ın ağzını eliyle kapattı. Kafası zaten yere doğru iniyordu ki kafasını kavrayıp yere çarptı. Tam iki kere... İlhan istese de bağıramıyordu. Kasığından oluk oluk akan kan, Yiğit yi tatmin etmemiş olacaktı ki o bıçağı, sağ dizin altındaki kıkırdağa sapladı. Kan yoktu ama bu, onu yürütmeyecekti.

Onur, kusmamak için kendini tutuyordu. Yiğit'in “Gel!” işaretiyle korktu. En iyi arkadaşını hiç tanımamıştı. Yiğit insanlıktan çıkmış olmalıydı. Beraber ikinci kata doğru çıkmaya başladılar. Kat arasında Yiğit durdu:

“Fırat?”

“Dinliyorum.”

“İkinci kat kameraları ne kadar süre donabilir?”

“İki dakika. Dondur dediğin anda donarlar.” Yiğit, Onur'a döndü:

“Çıkıp tuvalete gidecektir. Önden ben gidiyorum. Sen sadece kapıyı tut tamam mı?” Onur, “Evet” anlamında kafasını salladı. Yiğit'in kalbi yorgunluktan değil, heyecandan; atışını hızlandırdı. Zümreden ilk çıkan adını bilmediği bayan bir hocaydı. İki dakika kadar sonra tuvalleten çıkıp tekrar zümreye girdi. Yiğit heyecanlanıyordu ve işte... Özkan Hoca bir eli cebinde odadan çıktı. Sol eliyle tuvalet kapısını itti ve Yiğit fısıldadı:

“Kameraları dondur.” Yavaşça yürümeye başladı. Kapıyı itti. Hemen soldaki kabinlerin sonuncusuna girmişti. Tek kapalı kapı oydu. Dış tuvalet kapısını Onur kapattı ve kapıya sırtını dayadı. Okul, iç tuvalet kapısı olarak plastik değil, “klasik” tahta kapı kullanıyordu. Yiğit kapının tam arkasına geldi ve bir kaç tel tokayı hızlıca ceplerinden çıkartarak kapı arasına sıkıştırdı. Hayatındaki en büyük isteğini şimdi gerçekleştirecekti. 9x19 mm kalibreli Glock-17'yi belinden çıkardı ve kapıya bir tekme attı. Özkan Hoca dengesini kaybetmiş olacaktı ki bir küfür savurdu. Belden aşağısı çıplak şekilde Yiğit'ye baktı ve kekemeleyerek sordu:

“Kimsiniz? Ne istiyorsunuz? Ne yaptım ben?” Yiğit maskesini çıkarıp fırlattı.

“Yiğit! Oğlum yapma bak! Çok özür dilerim senden lütfen indir şunu, şeytan doldurur.” Gözündeki damarları, mor torbaları ve rahatsız edici sırıtışı kırmızı peruğuyla birleşince Yiğit, zaten şeytanın kendisi gibiydi. Hayatı boyunca görmediği saygıyı elinde tuttuğu metalle görmüştü. Bu onun en mutlu anıydı çünkü Özkan Hoca'sı önün de diz çökmüştü.

Yiğit'in konuşması daha kısa oldu. Sağ elinin işaret parmağı konuştu. Küçük bir alanda patladı silah. Özkan Hoca'nın çok az saçı vardı. Büyük kelliğin sağ ve sol taraflarında küçük adalar halinde. Ortadaki kellik şimdi kıpkırmızıydı. Ortası matkapla delinmiş gibi... Tuvaletin içinde koyu kırmızı kan damlaları... Duvarlarda kafasından sıçrayan küçük kemikler... Beyin kıvrımlarının bir kısmı dışarı fırlamıştı. Saçlarına uzanan beyin etleri kana bulanmış bir haldeydi.

Onur, pisuvara kusmaya başladı. “Yiğit, Yiğit...” derken kolundan tutup merdivenlerden çıkartmaya başladı Yiğit. Kusmaya zaman yoktu. Onur:

“Ne yapıyoruz, neden kaçmıyoruz?” diye sordu.

“Asıl şimdi kaçıyoruz. Herkes bizim, kapıdan çıkıp gideceğimizi düşünüyor ama hayır! Yukarı terasa çıkacağız.” Onur konuşmaktan korkuyordu.

Terastayken, okulun etrafında koşuşturanlar çok rahat görünüyordu. Balkonuna çıkan insanlar etrafı gözlüyordu. Belediye otobüsü şoförleri bile okulun girişine doğru bakıyordu. Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Çatıya doğru bakan da yoktu.

Onur, tek bir noktaya bakıyor, Yiğit ise gülüyordu. Biraz sonra bu gülmeler kahkahaya döndü. O kadar çok güldü ki gözünden yaş geldi. Simsiyah giyinmişti ama her yeri kan olmuştu. Kanı çok sevdi. Elindeki kanları yüzüne sürdü. Sırtüstü yattı ve ilginç sesler çıkarmaya başladı. Konuşmayı bilmeyen bir bebek gibi seviniyordu. Üstünde kanlar olan, bir elindeki Glock-17'yi sallayan bir bebek...

Bu sevincini polis sirenleri bozdu. Üç tane polis arabası gelmişti. İkisi doğrudan binaya yöneldi. Kapıları hızlıca açıldı, polisler içeri koştu. Biri bahçede durdu. İçindeki iki polis arabayı siper alarak, tabancalarını çatıya doğrulttu. Komiserleri gibi duran, elinde megafonu olan polis konuşmaya başladı:

“Yiğit, bize zor kullandırtma yavrum, elindeki silahı aşağıya at ve orada bekle!”

“Adımı nereden biliyorsunuz? Nasıl geldiniz? Nasıl buldunuz?”

“Telefonlarınızın dinlenme olasılığını düşünmedin herhalde ufaklık!” Kimse ona ufaklık diyemezdi. Sol elini destek tutarak polise doğru ateş etti. Adam hızlı bir refleksle arabanın arkasına geçti. Yanındaki polisler hemen cevap verdi. Yiğit önündeki kısa duvarın altına yattı. Şarjöründe dört mermi kalmıştı. Polisler bir mermiye on dört mermiyle cevap vermişti. Neden sonra polisler ateşi kesti. Üç dakika kadar ayağa kalkmadı Yiğit. Onur yerde dizlerini kendine çekmiş şekilde oturuyor. Yiğit'e ağzı açık bakıyordu. Titriyordu. Belki de o an aklı başına geldi Yiğit'in. Ayağa kalktı. Silahını polislere uzattı yine. Megafonlu polis:

“Senin silahın varsa bizim de var Yiğit! Bir hata daha yapma, senin için iyi olmaz!” dedi. Yiğit, o mutluluğu yaşamıştı. Yaşamanın amacı mutlu olmaksa, o olmuştu. Silahı sol eline aldı ve şakağına dayadı. Glock-17'nin tetiği asıl şimdi ağırdı. Hayatının son yıllarında hiçbir şeyi beğenmedi. “Hocam, saygı beklediğiniz kişiye önce siz saygı gösterin.” demişti. O an saygıyı görmüştü. Sınıfın ona saygısını. Herkesin susuşunu... Kendini beğenmiş, yalaka Gizem'in bakışı tatmin ediciydi. İsyan etti. Saygıyı azalttı herkese, her şeye... Şimdi de kendisine ve vücuduna...

Sol elinin işaret parmağı, kilolarca ağırlık kaldırmıştı. Ama en zoru buydu işte... Tetiğin son direnç seviyesi... Onur'un haykırışını kuru bir patlama sesi yatıştırdı. Kemik sesi... Ancak hepsi belki de bir saniye... Acısı da bir saniye... Soğukluk değil, sonsuzluk oluştu... Handan Hanım ve Bekir Bey, hayatları boyunca 8 Mayıs'ta ağlayacaktı. Onur tedavisini bir başka 8 Mayıs'ta tamamlayıp, ıslah evine girecekti. Fırat 8 Mayıs'ı unutmaya çalışacaktı. Kim hatırlamak isterdi ki? Özkan Hoca'nın eşi Özlem Hanım mı? 2 yaşındaki kızı Gökçe mi? Üniversite finallerine çalışan 23 yaşındaki kızı Büşra mı?

“Klasik” bir ergendi Yiğit. Ancak beynini “klasik” bir şekilde kullanamadı. O “klasik” olamayacak kadar “klasikti”.

-SON-

20.04.2011
Yiğit karakterini oluşturan Onat AŞIK'a, Bana "öykü yazma" ödevi vererek, 2010 yazında yazmayı planladığım öyküyü nihayetinde yazmamı sağlayan Gülşen BAĞCIVAN'a, kurgu fikrini veren eski İngilizce öğretmenim Ömer ADIYAMAN'a ve eski görsel sanatlar öğretmenim Mesut Hoca'ma teşekkür ederim.

8 Mart 2011 Salı

Killzone 3 (İnceleme)




Kırmızı gözler taarruza geçiyor!
            
Killzone serisi; Call of Duty ve Battlefield’ın alıp götürdüğü FPS piyasasına 2004 yılında girdi. PlayStation 2 (PS2)’ye özel olarak çıkan ilk Killzone, büyük ses getiremese de PlayStation 3 (PS3)’e özel olarak 2009 yılında çıkan Killzone 2 (KZ2); gerçekten adını duyurmayı başardı. Oyun senaryosuna da hâkim olmak 
istiyorsanız size ilk tavsiyem, 2. oyunu oynamadan bu oyunu oynamamanız.

            
Killzone 3 (KZ3), tam olarak KZ2’nin bittiği yerden başlıyor. Kontrol ettiğimiz Sevchenko ve yol arkadaşımız Rico; Helghan ordu komutanı Radec’i ve imparatoru Visari’yi öldürmüştür. Helghan gezegeninde bir nevi taht kavgası yaşanmaktadır ve Visari’nin yakın arkadaşı Orlock ile Helghan’ın en büyük silah üreticisi Stahl, ordu komutanı olabilmek için çekişirler, yeri gelir birbirlerinin adamlarını bile öldürürler. Killzone’un büyük bilim-kurgu senaryosunu önceki oyunlarda yaşatamayan Guerilla Games, bu sefer size bir film tadında sunuyor oyununu.
            
Senaryoyu incelemekten ziyade, gelin Killzone 3’ün en büyük getirilerine bakalım: Türkçe dil desteği, PS Move desteği ve 3 boyutlu oynanabilirlik. Ben şu ana kadar bu kadar başarılı bir Türkçe oynanış görmemiştim PS3’te. Menüler, yazılar, seslendirmeler… Hepsi Türkçe. Başında Atilla Olgaç gibi usta bir ismin bulunduğu seslendirme ekibi, tonlamalarıyla ve yeri gelince küfürleriyle; savaş atmosferini yaşatmayı başarmış. Küfürlere birçok eleştirmen iyi gözle bakmıyor ancak, savaş alanındaki askerlerin de birbirine nazikçe hitap etmeleri saçma olmaz mıydı?
           
 “Konsolda FPS mi oynanırmış?” sorusuna en büyük cevap olan KZ2’yi oynamadan KZ3’ü oynamayın dememdeki tek etmen senaryosu değil, kontroller de var işin içinde. PS3’te uzun süreler FPS oynamış olabilirsiniz ama eğer bir KZ oyunu oynamadıysanız, uyum sağlamanız uzun bir süreç gerektirecektir. Dual Shock 3 (DS3)’ünüzle çok da haşır neşir değilseniz Sony size PS Move’unu işaret ediyor. Sony’nin hareket sensörlü kontrolcüsü ile ekranınızdaki Helghast’ı elinizle gösterip tetiğe basmak hiç de zor değil; ancak yorucu olduğu bir gerçek ve tabii ki duyarlılık ayarları için de en az bir saat harcamanız lazım. Sırf bu ayarları yapmayıp, “Move’la KZ3 oynanmaz!” diyenler var mı? Var. Yine de birçok ‘eski’ KZ oyuncuları DS3’e alıştıklarından dolayı vazgeçemiyorlar ve siz ne kadar alışırsanız alışın çoklu oyuncuya geçtiğiniz anda farklarını ortaya koyuyorlar. Senaryoyu oynarken pek de gerekli olmayan bir özellik de olsa, profesyonel değilseniz çoklu oyuncu modunda Move’u tavsiye ederim. 3 boyut özelliğini deneyemediğimden dolayı çok bir yorum yapamayacağım ancak 
KZ3’ün E3 oyun fuarında “en iyi 3D desteği” ödülünü aldığını hatırlatırım.

KZ2 çıktığında grafiklerine hayran kalmıştık. Örneğin; silah modellemelerini, Crysis’tan daha başarılı bulmuştuk. Bazı otoriteler PS3’ün gelebileceği son nokta bile demişti. (Uncharted 2’ye dendi aynısı.) KZ3’ün tanıtım lansmanlarında üzerine bastırılarak söylenen bir şey vardı: “KZ3, PS3’ün gücünü %100 kullanıyor!” buna inanmaya başladığımı söyleyebilirim. Anti-Aliasing özelliğinin God of War 3’ten daha başarılı kullanıldığını belirtmek istiyorum ancak; 2. oyunla kıyaslayıp grafiksel bir devrim beklerseniz, “Keşke DLC olarak çıksaydı.” diyenlerden olursunuz. KZ2’nin karanlık grafiklerine karşılık karlı bölümler de ekleyip aydınlık bir yapıya kavuşan KZ3’te *özellikle dikkat etmeme rağmen- bir piksellenme sorunuyla karşılaşmadım. Activision’un, “KZ3’ün grafiklerine, PS3’te ulaşabileceğimizi sanmıyorum.” şeklinde Twitter’dan bir açıklama yapması Guerilla Games’in başarısını bir kez daha ortaya koyuyor. (Gerçi Sony’nin Guerilla Games’e; PS3’ü daha iyi kullanmalarını sağlamak amacıyla, özel kodlar verdiği söyleniyor ama…)

Yeni eklenen yakın dövüş animasyonlarına değinmeden edemeyeceğim. Oyunun 18 yaş üzerine tavsiye edilmesinin en büyük nedenlerinden biri de yakın dövüşte yaşanan vahşetten olsa gerek. Bir Helghast’ın boynunu kırmak ya da arkasından gelip boynunu kesmek size yetmiyorsa, bıçağınızı Helghast’ın gözüne saplayabilirsiniz ya da başparmaklarınızı onun gözlerine sokup; elinize yüzünüze fışkıran kanları hayretle izleyebilirsiniz. Zaten sizi duygusal anlamda iyice içine alan oyun; hissiyatı, bu animasyonlar sayesinde tavan yaptırıyor.



Oyunda yeni neler var? İlk olarak birçok fragmanda gördüğümüz jetpack’ten bahsedeyim. Öyle sizi ölümsüz bir silah haline getirmiyor o jetpack. Uzun uzun uçmuyorsunuz da… Sadece daha yükseğe atlıyorsunuz. Jetpacke takılmış olan makineli tüfeğimizin mermisi sınırsız ancak boncuklu tabanca gibi hasar veriyor. Uçarken de çok rahat bir şekilde ateş edemiyorsunuz. (Belki de benim beceriksizliğimdir.)

            
Yanınızda 3 tane silah taşıyabiliyorsunuz. Bu mükemmel bir şey kesinlikle… Tabancamız ve tüfeğimiz dışında bir de ağır silah bulundurabiliyoruz yanımızda. Roketatar, minigun, Stahl’un ölümcül plazma silahı gibi ‘aşırı’ ölümcül silahları sırtımıza takmak bizi birçok bölümde rahatlatıyor. Silahlardan bahsederken, seslerin de değiştiğini belirteyim. ISA’in piyade tüfeği M82’nin gerçekçi olmayan sesi, daha tok bir sesle yenilenmiş. Bence en iyi sese sahip StA-14 ilk oyunda uzun menzilli atışlar yapamıyordu çünkü bir iron sight eksikliği vardı. KZ3’te bu eksiklik giderilerek benim favori silahım olmayı başardı StA-14.
            
Bütün bu iyi özelliklerin yanında oyunun neredeyse tek eksiği olan yapay zekâdan bahsetmek istiyorum. Hayatımda hiç savaş görmedim ancak; birçok savaş oyunu oynadım. Öğrendiğim en büyük şeylerden birisi ise siper alarak daha uzun süre yaşanabileceği. Siz oynarken siper almak zorundasınız ancak, dostlarımızın sanki böyle bir şeye ihtiyacı yok. Özellikle Rico ve Narville, çatışma anında bir Deliyürek, bir Polat Alemdar kesiliyor ve kendini açık hedef haline getiriyor. Sonuç ise Recep İvedik gibi bir hüsran. Gidip canlandırmanız gerekiyor onları. Bir de anatomi iyi olarak incelenmemiş. Helghast’ları dizinden vuruyorum hala eskisi gibi koşabiliyor. Omzundan vuruyorum hiç dengesini kaybetmiyor. (Ama kafasından vuruyorum tek mermide ölüyor.) Aynı durum ISA için de geçerli. Biz de çok kolay ölebiliyoruz. Ne var ki sıhhiyeciler bu sefer daha yardımsever. KZ2’de bir bölümde beş-altı kez hayata döndürdüğümüz Rico (Örneğin; final bölümünde dakika başı ölen Rico), bu sefer bizi beş-altı kez hayata döndürüyor. Yetişemediği zamanlar da olmuyor mu? Oluyor tabii ki. Ölümsüze daha yakın olmak istiyorsanız ‘eşli harekât’ yani co-op modu tam size göre.


Arkadaşlarınızla toplanırsınız, cipsler kolalar filan… PS3 varsa eğer elinizin altında kesinlikle bir spor oyunu oynanır nedensizce. İşte size mini bir parti haline de dönüşebilen KZ3’ün eşli harekât modu: Ekran ortadan ikiye bölünüyor ve KZ2’de ölen Natko, hortlayarak Sevchenko’ya yardım etmeye başlıyor. Kesinlikle daha eğlenceli olan bu moda, birbirinizi tekrar canlandırmak, sırt sırta verip Helghast’ların üzerine mermi yağdırmak; hem senaryo modunu daha hızlı bitirmenize yarıyor hem de zaman zaman kahkahalar atmanıza neden olabiliyor. (Vahşice adam öldürüyorsunuz ama zaman zaman birbirinizi de vurabiliyorsunuz.)
            
Oyundaki askeri birimlere baktığımda tek yenilik yakalayıcı sınıfı olmuş. Bu yakalayıcılar, Assassin’s Creed serisindeki ‘gizli bıçak’ tasarımına bir atıfta bulunan (esinlenen ya da özenen) özel eğitimli askerler. Silah kullanmıyorlar, siper almıyorlar sadece koşup sizi bıçaklamak istiyorlar ve emin olun ki çok tehlikeliler. Guerilla Games, sadece Assassin’s Creed’in yapımcısı Ubisoft’a laf atmamış. EA Dice’a da Kowalski karakteriyle gönderme yapmış. Uzun sakalı, ters şapkası ve gözlüğüyle Medal of Honor’daki Dusty 
karakterinin kopyası olmuş adeta.

Gelelim asıl iddia olan çoklu oyuncu moduna. Türkçe olmasının avantajları yine fark ediliyor ancak, KZ2’nin çoklu oyuncu moduyla hiçbir farkı yok. Menü biraz daha karmaşık bir hal almış bence. Silahları ismiyle seçmemizi isteyen oyunda kilit açma gibi özellikleri kullanmak resmen bir eziyet halini almış. Hemen kendinizi savaş alanına atmak önceki oyun kadar kolay değil. Çoklu oyuncu modunun artılarında ise, kesinlikle daha büyük haritalar ve kazandığınız puanların ekranın ortasında yazmasıyla oyuncuya gaz verebiliyor olması.

Sonuç olarak oyunu beğendim, çok beğendim ve bir oturuşta bitirdim. Çünkü zamanın nasıl geçtiği belli olmuyor, bir bölüm bitirdiğinizi bile anlamıyorsunuz çünkü oyunda asla bir yüklenme ekranıyla karşılaşmıyorsunuz. Hiçbir takılmayla da karşılaşmadığım oyun PS3’ün %100’ünü kullanıyorsa, sırf bu yüklemelerin kaldırılmasından dolayı kullanıyordur. Yeni bir bölüm yüklerken size uzunca bir ara sahne izletiyor ki bu ara sahneler oyunu filmleştiren ve adrenalini yüksek tutabilen sinematikler. Bir PS3 kullanıcısıysanız, kesinlikle bu oyun sayesinde diğer sistemlere göre bir adım önde olduğunuzu hatırlarsınız. Oyunun başındaki tıbbi uyarıyı ben uygulayamasam da siz uygulayın lütfen: “Her bir saatlik oynama sonunda 15 dakikalık aralar veriniz.” Yoksa bir bakarsınız farkında olmadan 5 saat oynamışsınız ve PS3’ünüz aşırı ısınmadan dolayı kendini kapatmış. İyi oyunlar!